Hasan Güney, nam-ı diğer Dadaş Hasan...

Abone Ol


Önce Ferruh Başaran eksildi kitabımdan, Sonra Mehmet Abacı şimdi de Hasan Güney...

Hollandalı Türklerin Rahmet dilediği sosyal medya hesaplarından paylaştığı bu acı haber beni de derinden üzdü. Hasan Agabeyimize Allahtan Rahmet dilerken, kendisini tanıyanlara hatırlatmak, tanımayanlara tanıtmak için 40 Yıl, 40 İnsan 40 Öykü kitabımda Rahmetli Hasan ağebeyin hayatı, Hollanda’ya geliş öyküsü, yaptıkları, hayalleri, umutları, mücadelesi, insanlara ve olaylara bakışını sizlerle paylaşmayı bir ahde vefa olarak görüyorum:
İşte kitabımda yazdığım Hasan Güney ve eşi Hatice Anne:


HASAN GÜNEY VE EŞİ HATİCE GÜNEY (Mukaddes Anne)


Erzurum, Aşkale, Topal Çavuş Köylü Dadaş Hasan, altı kardeşin en küçüğü olarak Haziran 1948’de dünyaya gelmiş. Ailesi o günün şartlarında ancak ortaokulu okutabilmiş Dadaş Hasan’a. Her Türk genci gibi vatan borcunu ödemek için askere giderken yüreğinde anne, baba, kardeşlerle birlikte nişanlısı Hatice Hanım’ın da hasretini taşır. Kavli karar eder aileler, askerlik dönüşünde düğün dernek kurulacak, Dadaş Hasan nişanlısı ile dünya evine girecektir.

“Askerliğimi Denizli’de yaptım. Komutam, daha sonra Genel Kurmay Başkanı olan Semih Sancar idi” diyor Dadaş Hasan, büyük bir minnet ve saygıyla. Teskere almasına bir hafta kala, üç arkadaşı ile birlikte Dadaş Hasan’ı da yanına çağıran Semih Sancar, teskere aldıktan sonra ne iş yapacaklarını sorar. “Mümkün olsaydı Almanya’ya giderdim. İzine gelip giden Almancıları görüyor, onlara özeniyordum çünkü. Memlekete gidip çiftçilik yapacağımı söyledim. Bu sözlerim üzerine Semih Sancar, ‘Hemen İş ve İşçi Bulma Kurumu’na yazıl’ dedi. Teskeremle birlikte bir de müjde aldım: Hollanda’ya kağıtlarımın çıktığını söyledi komutanım. Kuruma yazılmamla kağıtlarımın çıkması yalnızca bir hafta sürmüştü. Kışladan çıkıp doğru Denizli’deki kurumuna gittim. Erzurum’da düğün dernek için beni bekliyorlardı. Nişanlı olduğumu ve bana üç ay müsaade etmelerini söyledim. Kabul ettiler.”

Üç ay sonra Hollanda’ya işçi olarak yollanacak Erzurum’dan, Trabzon’dan, Elazığ’dan, Rize’den gençlerle Ankara’da imtihana tabi tutulur. Çalışacakları fabrikanın müdürü bir de tercüman vardır. Daha sonra sağlık kontrolünden geçirildiklerini anlatan Dadaş Hasan, Sağlık kontrollerinin dünyaya insan hakları dersi verdiklerini söyleyen batının gerçek yüzünü anlatmak için yeterli olduğunu ifade ederken; “Aklıma geldikçe yapılan muayenelerin insanlık suçu, insanlığın ayıbı, utanç tablosu olduğunu düşünüyorum. Yüz elli kişiydik; hepimiz anadan doğma soyunduk. Ağzımızdaki dişlerden tutun da, bakmadıkları yeri kalmadı vücudumuzun! Eli anahtar tutan, sağlık kontrolünden geçen herkesi aldılar. Yıllar sonra cinayete kurban giden Nihat Karaman da aynı kafiledeydi. Yıllarca aynı fabrikada beraber çalıştık.” Leiden’deki çelik halat fabrikasının âcil olarak alın terine, bilek gücüne, insan emeğine ihtiyacı vardır. Trenle gelmek üç gün üç gece sürdüğünden, KLM uçaklarıyla getirilen umut yolcularının kırk beş kişilik ilk kafilesinde Dadaş Hasan da bulunmaktadır. Üç aylık, çiçeği burnunda, elinin kınası solmamış eşini bırakarak sılada, o da binlercesi gibi doğacak çocuklarının istikbali için serer yatağını yabana. (1 Temmuz 1970).


İŞÇİ KAMPINDA DOKUZ YIL

Uçaktan iner inmez otobüslere doldurulan Dadaş Hasan ve arkadaşları, fabrikanın işçiler için önceden hazırladığı kampa götürülür. Bu kamp şehirden uzakta, kendileri ile birlikte iki yüz kişinin yaşadığı barakalardan ibarettir. Kampa ulaşır ulaşmaz henüz yatakhaneleri bile gösterilmeden dolduruldukları büyükçe bir barakada bir kez daha uygulanır insanlık ayıbı, bir kez daha işlenir insanlık adına suç, hem de sağlık kontrolü adı altında. Fabrika, yemekhane ve yatakhane üçgeninden oluşan kamp, sosyal yaşamdan tamamen kopuktur. Aylar boyunca fabrikada çalışan birkaç Hollandalıdan başka Hollandalı görmediklerini söylüyor Dadaş Hasan. “Dünyada, Türkiye’de neler olup bitiyor haberimiz yoktu. Ne gazete, ne dergi, ne televizyon...

Memleketten gelen mektuplar dışında hiçbir irtibatımız yoktu dış dünya ile. Fakat buna rağmen Türkiye’deki her türlü siyasi görüşe mensup olanlar vardı iki yüz kişinin içinde. Birçoğu yaşadığı ülkeyi, şartları unutmuş, şiddetli tartışmalar, gerginlikler yaşanıyordu kampta. Ben, kısa zamanda ustabaşı olmuştum. Çünkü okulda öğrendiğim elli, yüz kelimelik İngilizce işime yaramıştı. Bunun dışında her derdimizi tercüman aracılığı ile çözmeye çalışıyorduk. Mektubumuz gecikse suçu tercümana yüklüyorduk. Siyasi tartışmalardan uzak durmak isteyen, siyasi kutuplaşmaların içinde yer almayanlar bir araya gelerek, kendi aramızda birlik oluşturuyorduk. Sosyal Dayanışma, Türk Kültürü, Türk İslam Kültürü gibi sıfatlar buluyorduk oluşumumuza. Aslında bu oluşumlara dernek demek doğru olmaz. Adı olan fakat bürosu olmayan dernekler!” Dadaş Hasan kamplarda kurdukları dernekler için “ÇANTA DERNEKLER” diyor.

Altı yıl boyunca çanta derneklerle birlik ve beraberliği sağlamaya, sorunlarını dile getirmeye çalıştıklarını belirtiyor. “Almanya bu konuda bizden ilerideydi. Türklerin resmi dernekler kurduğunu duyuyorduk. 1976’da Almanya’ya gidip o derneklerin tüzüklerini aynen alıp ilk resmi derneğimizi kurduk” Derin bir nefes alıyor ardından. O günleri kısaca anlatıp bugünleri, yarınları konuşmak istediğini biliyorum. Fakat çalışma kamplarındaki yaşamı da merak ediyorum. Çünkü konuştuğum birinci kuşak, hep pansiyon hayatını anlatırdı. Çalışma kamplarını ilk kez duyuyordum. “Olur mu, birçok şehirde işçi, çalışma kampları vardı. Amsterdamdakinin adı Atatürk Kampı, (şu anda Atatürk straat’ın olduğu yerde) Fatih kampı aklıma gelenler. Her kampta durum aynıydı. Türkler kendi aralarında Türkiye’deki siyasi olayları tartışıyor, Hollanda’da olduklarını sadece izine gidip gelirken hissediyordu büyük çoğunluk.” Yemekler kampın aşçıları tarafından yapıldığı için yemek yapmak, bulaşık yıkamak gibi bir sorunları olamadığını söylemesi, kamptaki yaşamın askerlik yaşamı gibi bir şey olduğunu düşünüyorum. Saatinde yemek yemek, yatmak, kalkmak ve çalışmak. Askerlikten ayrılan yönü nöbet tutulmadığı ve mesai dışında tek tip elbise giyilmeyişi olduğunu anlıyorum. O günlere ait anılarını tekrar canlandırıyorum. “Kampın kantinini mesai saatleri dışında kendi adıma çalıştırmaya başladım. Kantin dediğime bakmayın siz. Zarf, kağıt, posta pulu, iğne, iplik ve meşrubattan başka bir şey satılmıyordu. Zarf kağıt ve posta pulu çok önemliydi. Daha sonra hafta sonlarında Türk filmleri getirmeye başladık. Bu masraflar fabrika tarafından karşılıyordu. Yunanistan üzerinden gelen filmleri gidip istasyondan alıyorduk. Biri renkli, diğeri siyah beyaz. Yemekhanemiz aynı zamanda sinema salonumuzdu. Fakat seyredeceğimiz filmleri seçmek gibi bir şansımız yoktu. Ne yollanıyorsa onu seyrediyorduk. Dini bayramlarda namazımızı yine yemekhanelerde kılıyorduk. Hocamız falan yoktu, dini bilgisi fazla olan imamlık yapıyordu.” Konuşmamızın başından beri Dadaş Hasan’ın ağzından duymamıştım fakat bu kamplara “Kölehâne, Esir kampı” demek istiyor, yine de köle ve esir kelimelerini özellikle kullanmadığını düşünüyordum. Ne de olsa kendi tercihleriydi ve isteyerek gelmişlerdi.


KAMP YATAKHANESİNDEN EVİNİN YATAK ODASINA

1972 yılında doğan ilk çocuğu Abdullah 1975 yılında ölmüş, ne doğumunda ne de toprağa verirken oğlunun yanında bulunamamış. Sadece izinlerde toplam üç ay görebilmiş yüzünü üç yaşında ölen oğlunun. 1974’te Emine, 1977’de Yakup ve 1979’da Ümit dünyaya gelmiş Türkiye’de. Üç aylık evliyken sılada koyup geldiği eşi, üç çocuğu her geçen gün artan eş, evlat hasreti günden güne kor olup yakarken Dadaş Hasan’ın yüreğini, eşi Hatice hanım her mektubunda, her izinde “Ya bizi de götür, ya sen de gitme. Yetti bu hasretlik artık!” demeye başlamış. “Aile birleşimi çerçevesinde eşini, çocuklarını getirmeye başlamıştı benim gibi gelenler. Hollanda’nın Türk vatandaşlarına vize uygulayacağı aile birleşiminin zorlaştırılacağı gündemdeydi. Hemen Leiden’de bir ev satın aldım. Minibüse atladığım gibi doğru Erzurum’a...” Pasaportlar çantalara yerleştirilir, yolda yiyecek erzak, gerekli eşyalar minibüse doldurur, geçer direksiyonun başına Dadaş Hasan. Yanında eşi, arka koltuklarda çocukları. Bu yüzden her yıl izin bitip Hollanda’ya dönüşünde yüreğini yakan ateşi geride kalanlara el sallarken ilk kez hissetmediğini söylüyor. Zigana Dağı’nı inerken görünen uçsuz bucaksız boşluk için “çayırlık, ova” diye kandırır eşini, hayatında o güne kadar hiç deniz görmemiş Hatice Hanım inanır kocasının dediklerine. Nerden bilsin kocasının şaka yaptığını, o uçsuz bucaksız maviliğin Karadeniz olduğunu! Güle oynaya, dura kalka gelirler Edirne’ye kadar. Girince Kapıkule’den Bulgara, Hatice Hanım “Aman bey, bunlar Türkçe bilmiyorlar!” der hayretle. Dadaş Hasan, “Dur bakalım, burada Türkçe bilen bulunur. Burada yaşayan soydaşlarımız vardır.” Erzurum’dan Edirne’ye kadar yoldaki rahatlığından, şakacı tavırlarından eser kalmamıştır Dadaş Hasan’ın. Üstelik, “Bulgarı gündüz gözüyle çıkmak gerek” deyince kaygıyla; Hatice hanımın yüreğini bir pişmanlık, korku, hüzün kaplar. Arkada bırakılan her kilometre, bir soru işareti daha ekler beynine. Erzurum şivesiyle; “ Örtki ölem! Keşke gelmeseydik, git git bitmiyor!” der.

Kampın yatakhanesindeki ranzalarında bin bir düşünce ile geçen dokuz yılın yalnızlık dolu geceleri bitmiştir artık. Kendi evinde, çoluk çocuğun yanında olmasının verdiği mutluluk, yol yorgunluğu ile harmanlanınca, Dadaş Hasan Hollanda’da ilk kez deliksiz uyur; yaşadığını yerin Hollanda olduğuna inanır. Sağında solunda Hollandaca konuşan insanları, komşularını, çocuklarını görmektedir, sabah işine gidip akşam eve dönerken.

“Vardiya şefi olmuştum fabrikada, maddi sıkıntım yoktu. Hollandalı bir komşumuzun kızı ile belirli bir ücret karşılığında anlaştık. Her gün gelip eşime dil dersi veriyordu. Ben, çalışıyor, sosyal faaliyetlerde bulunuyordum. O yüzden eşim en azından günlük yaşantısını sürdürecek kadar dil öğrenmeliydi.” diyor. 1994’te çalıştığı çelik halat üreten fabrikanın iflas etmesi ile işsizler, hastalar ordusuna katıldığını anlatıyor. Midesindeki rahatsızlıktan dolayı yedi kez ameliyat masasına yattığını, ayrıca şeker hastası olduğunu söyleyen Dadaş Hasan; “Dört yıl işçi, on yıl ustabaşı, on yıl da vardiya şefi olmak kaydıyla tam yirmi dört yıl çalıştım. Ama sağlığımız da uçtu gitti. Şu an malulen emekliyim. Vatandaşlarımıza hizmet etmek için sosyal ve kültürel faaliyetler başta olmak üzere otuz yıldır geceli gündüzlü çalışıyorum. Sağlığım el verdiğince, ömrüm boyunca da çalışacağım.” diye ekliyor.


KENDİMİ ADADIM

Yıllarla birlikte artan Türk nüfusu, kamp hayatından yerleşik düzene geçiş birçok sorunları da beraberinde getirir. 1976 yılında kurdukları dernek vatandaşlarımız için âdeta danışma merkezi durumuna gelir. Fakat çok konuda yetersiz kalır. “En başta, çocuklarımız için öğretmene, dini vecibelerimiz için imama ihtiyacımız vardı. O zamanlar Büyükelçilik bünyesinde Din İşleri Müşavirliği olmadığından, getirilen imamların aylıkları dernekler tarafından karşılanıyordu. Bin yüz mark maaş, kira ve sigorta giderlerini ödememiz koşuluyla 1979 Mart’ında Türkiye Diyanet Başkanlığı beş hoca gönderdi. Bu hocalardan Zeki Erdoğan Leiden Mimar Sinan, Ali Mercan Rotterdam Kocatepe, Zeki Gül Amsterdam Fatih, Mahmut Balıkçı Vegel Camisinde ve sadece soyadını hatırladığım Üçüncüoğlu da Rotterdam Mevlana Camisinde göreve başladılar. Den Haag Mescidi Aksa Camisinde ise fahri olarak Dede Yavuz görev yapıyordu.”

Helal olsun Hasan Ağabey! Bu kadar ismi bunca yıl aklında tutabildin, deyince, bana hocaların hangi illerden geldiklerini ve Hollanda’ya gelmeden önceki görev yerlerini de saymaya başlıyor. Beş hoca ile birlikte gazeteci Şadi Tatlı’yı da alarak Büyükelçi Özdemir Benler’i ziyaret ederler ve Din İşleri Müşavirliğine duyulan ihtiyacın önemini dile getiriler. “Hiç unutmuyorum, Büyükelçi Özdemir Benler’i ziyaretimizden iki gün sonra ise oğlu Ahmet Benler öldürülmüştü. Allah’tan bir kez daha rahmet diliyorum.” Federasyonun girişimi sonuç verir. 1980’de Din İşleri Müşavirliği, Büyükelçilik bünyesinde göreve başlar.

“Rotterdam’da Mevlana, Kocatepe ve Gültepe, Leiden’de Mimar Sinan, Den Haag’da Mescid-i Aksa dernekleri şubeye dönüştürülerek Hollanda Türk İslam Kültür Dernekleri Federasyonu kuruldu. Amsterdam’ın ünlü Dam Meydanı yakınındaki Fatih Camiinde yapılan ilk toplantıya dönemin diyanet işleri başkanı Tayyar Altıkulaç, Mahmut Çolak, Hasan Damar gibi isimlerin yanı sıra gazeteci Şadi Tatlı da katıldı.” Hemen kurulan federasyonun yönetim kurulu üyelerini düşünmeden tek tek sayan Dadaş Hasan, Başkan İbrahim Görmez, Sekreter Cafer Yavuz, Muhasip Murat Öztürk ve kendisinin de denetleme kurulunda olduğunu söylüyor. “Kısa bir süre sonra vakıf kurmamızın kaçınılmaz, hatta şart olduğunu gördük. Çünkü satın alınan gayri menkullerin tapuları dernek başkanlarının ya da sekreterlerin üzerine oluyordu. Bu durumun çok yönlü sakıncaları vardı. Bir tatsızlık yaşanmadan 1982’de Hollanda Diyanet Vakfı’nı kurduk.”

O gün beş cami derneği ile kurulan vakfın bugün bünyesinde 142 cami derneği ve 240 bin üyesi bulunduğunu gururla söylüyor. Ayrıca cenazeleri, Türkiye’ye göndermek için evleri, kahvehaneleri dolaşarak yardım toplandığını söyleyen Dadaş Hasan, “Bir cenazenin Türkiye’ye gönderilmesi oldukça pahalı. Cenazesi olan aileler acılarını unutup, para derdine düşüyordu. Cenaze fonu yoktu. Vakıf bünyesinde oluşturulan Cenaze sigortasına bugün 69 bin aile reisi üye. Her aileyi ortalama dört kişi olarak hesap ederseniz kaç kişi bu hizmetten faydalanıyor ortaya çıkar. Yaptığımız en hayırlı işlerden biri cenaze vakfı oldu. Üç ambülansımız ve üç ilahiyatlı hocamızla verilen cenaze hizmetleri mükemmel bir şekilde yürütülüyor. Üyelerin ödeyecekleri yıllık miktar, yıl içinde gönderilen cenaze masraflarına göre âdil bir şekilde belirleniyor.” 142 derneğin de bünyesindeki futbol takımlarıyla gençlere spor olanakları, kadın kolları ile kadınlara hizmet veren vakfın çatısı altında, milli ve dini bayramları kutladıklarını, yaşlı insanlarımız için Hollanda içinde ve Fransa’ya, Almanya’ya, Türkiye’ye düzenlenen gezileri başlıca aktiviteleri olarak sayıyor Dadaş Hasan.


NEYDİK, NE OLDUK, NE OLACAĞIZ?

Başlangıçta sosyal bir planlama olmadığından büyük yanlışlar yapıldığını, sorumluların affedilemeyeceğini belirterek başlıyor kırk yıllık süreci irdelemeye. “Aileler getirilene kadar Hollandalılarla ilişkiler en az düzeydeydi. Ailelerimizin gelmesinden sonra da ilişkilerimiz hızla geliştirilemedi. Bu yüzden her on yılda bize başka bir gözle baktılar, başka başka adlarımız oldu.” Kırk yılı onar yıllık dört bölümde değerlendiren Dadaş Hasan; “Bir süre çalışıp döneceğimiz düşünülen çalışma kamplarındaki dönemde adımız ‘Misafir İşçi’ydi. Ailelerimizi getirip, yerleşik düzene geçtiğimiz; kapı komşularımızla diyalog kuramadığımız için ‘Yabancı İşçi’ olarak adlandırıldığımız ikinci dönem. Nüfusun çoğunluğunun Türklerden oluşan mahallelerin, aslında gettolaşmanın başlamasıyla baktık ki adımıza da değişmiş, Göçmen olmuş. Son on yıl ise, seçme ve seçilme hakkına kavuştuğumuzdan, adımızın Azınlıklar olarak telaffuz edildiği dönem. Azınlıklar olarak parti kurmak son dönemde yapılan yanlışlardan biridir. Kurulan parti sosyal ilişkilerimizin zayıflığının ve kendimizi bu toplumun bir parçası olarak görmediğimizin somut bir örneğidir bence. Bilgisizlikten dolayı, çocuklarımızı geri kalmış okullara yolladık. Bu okulların çoğunda bir tek Hollandalı çocuğun olmadığını geç fark ettik. Siyah okullar olarak da adlandırılan bu okullar gündemi az meşgul etmedi. Eğer çocuklar eşit olarak dağıtılsaydı, bugün anadil dersleri kaldırılmazdı. Anadil derslerinin verilmesi, sözü edilen siyah okulların geri kalmışlığına gerekçe olarak gösterildi.” Bugün Hollandalılar ve bizler karşılıklı olarak birbirimizi hâlâ iyi tanımıyoruz, ön yargılı davranışlar oluyor, diye belirten Dadaş Hasan, yaptıkları tüm çalışmaların bir arada yaşayan iki toplumu yakınlaştırmak, kaynaştırmak emeline dayandığını belirtiyor. Bir zamanlar Türkiye’deki eş, dost, akrabalar tarafından el üstünde tutulduklarını, çünkü o dönemlerde maddi olarak kendilerinden istenenleri büyük ölçüde verdiklerini anlatıyor. Şimdi ise durumun tersine döndüğünü üzülerek dile getiren Dadaş Hasan, “Memlekette de artık yabancıyız, hor görülüyoruz. Verirsen, sahip çıkanın, sevenin oluyor; kimse burada yaşanan maddi manevi sorunları sormuyor, bilmiyor.” diyor. Yaşadığı binlerce örnek olduğunu, fakat anlatmakla durumun tersine dönmeyeceğini biliyor. Çocukların ve Türk toplumunun geleceği söz konusu olunca beyninde dolaşan kara bulutların gölgesi yüzüne yansıyor âniden: “Gelecek için parlak, iç açıcı olacak diyemem. Bakın 70’li, 80’li yıllarda iki yüz gencimiz üniversitelerde okurdu. O gençler bugün çok iyi yerlere geldiler. Bugün baktığımızda, bin beş yüz gencimizin yüksek tahsil yaptığını görüyoruz. Nüfusumuza oranla çok düşük bir rakam. Yanlış kimde diyecek olursanız, bunun büyük kısmı bizlerin! Eğitimin önemini kavrayamadık. Ev, arsa, daire, yazlık peşine düştük. Çocuklarımızın gezip görmelerini, öğrenmelerini engelledik, haklarından kıstık. Baba, anne, işçi ise çocuğunun da işçi, memursa çocuklarının da memur olduğunu görüyoruz genelde.” Hemen kendi çocuklarını soruyorum. “Emine’nin Hukuk okuduğunu, Yakup’un bir devlet dairesinde memur, Ümit’in güvenlik görevlisi, 1982 yılında Hollanda’da doğan Siret’in de güzellik uzmanı olduğunu söylüyor, Hepsi de işlerinden memnunlar. Birikimlerini nasıl değerlendirdiğini, Türkiye’de neyi olduğunu (ev, arsa) soruyorum. “Bir arsam var... Sadece bir arsa!” diyor. Bir çiftlik kuracak kadar büyük olmalı, diye düşünürken aldığım yanıt şu: “Bir buçuk metre eninde, iki metre uzunluğunda!”


MUKADDES ANNE, ŞÖVALYE BABA

2 Kasım 2000 tarihli Hollanda gazeteleri, Leiden Anakent Belediyesi ve Kiliseler Birliği tarafından yılın annesi olarak Hatice Güney’in seçildiğini yazıyordu. Ödül töreninde çekilen fotoğraf altlarında ise, Hatice Güney’in, diğer adaylar arasından oyların tamamına yakınını aldığı belirtiliyordu. Gazetenin başlığı ise “Mukaddas Anne (Heilige Moeder)”. Haberi okur okumaz çalıştığım gazeteyi aradım. Haber müdürü akşama kadar vaktim olduğunu, haberi ve fotoğrafları beklediğini söyledi. Üniversite şehri olarak bilinen Leiden’e daha önceden gitmediğim gibi kimseyi de tanımıyordum. Avrupa’nın herhangi bir şehrinde haberin kaynağına ulaşmak için yapılacak ilk iş; o şehirdeki cami, dernek ve vakıfları bulmaktır. Ben de öyle yaptım. Mimar Sinan Cami Yönetim Kurulu Başkanı Hasan Güney’in Mukaddes Anne Hatice Güney’in kocası olduğunu o zaman öğrendim. Haberin duyulması ile Türk Basın mensupları tarafından telefonları susmayan Güney ailesi, alışık olmadıkları bu ilgi karşısında ne yapacaklarını şaşırıyor; Hatice Anne, gazetelerde boy boy fotoğrafının çıkmasına razı olmuyordu. Gerekçesi ise kendine göre gayet basitti. “Büyütecek bir şey yok. Benim bu ödüle lâyık görülmem gurur verici fakat ben ödül almak için bir şey yapmadım.” diyordu telefonda. Türk insanı, tanısın tanımasın, kapısını gelen herkese açar, misafirperverdir. Ben size misafir geliyorum, içeri davet edip bir çay ikram etmeyecek misiniz, diye sorduğumda, akan sular durdu. “Misafirin başımın, gözümün üstünde yeri var, buyurun gelin.” dedi. Hollanda’ya geliş öyküsünü dinledim semaverde demlenen tavşan kanı çaylarımızı Erzurum usulü kırtlama* olarak içerken. Çeşitli uluslara mensup üniversiteli gençlerin dilinden düşmeyen Hatice Anne’nin yardım severliği, rektörlerin, belediye başkanının ve kiliseler birliğinin kulağına kadar gitmiş. Hatice Anne, mahallelerinde oturan öğrencilerin kapısını çalıp tenceresinde kaynayan çorbasından birer tas götürmüş yıllar boyu. Öğrencilerle paylaşmadığı bir lokma geçmemiş boğazından. Çevresindeki tüm gençleri kendi evlatlarından ayırmamış. Leiden şehrinde bir efsane, iyilik meleği, olarak gösterildiğinden habersiz üstelik. Hatice hanım gazetelerin yazdıklarının konuşulmasından bile rahatsız oluyordu. Çünkü, o, “Her insanın yapması gereken şeylerdi yaptıklarım. Öğrencilerin çoğu maddi zorluk çekiyor. Parası gelen var, gelmeyen var. Bir Müslüman, komşusu açken nasıl mışıl mışıl uyuyabilir? Onlar benim de çocuklarım, çocuklarını doyurmadan bir anne rahat edebilir mi?” diyor, büyük bir alçak gönüllülükle. Duvarda asılı bakır bir kitap kabı dikkatimi çekiyor, ne kadar güzel olduğunu söylememle yerinden kalkıp, duvardan aldığı kitap kabını bana uzatarak “Bunu annenin bir hediyesi olarak kabul edersen beni memnun edersin.” dedi. Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Hediye almanın ve vermenin insan ilişkilerinde büyük önemi olduğunu, Peygamberimizin “Sık sık hediyeleşin” dediğini hatırlatarak, hediyeyi reddetmenin de günah olacağını söyledi. Fotoğrafını çekmeme izin verdiği takdirde hediyesini kabul edeceğimi söyledim. Kabul etti, böylece ödül töreninden sonra ilk kez, hem de sekiz on kare, fotoğrafını çeken kişi ben olmuştum. Birkaç kare de fazladan diğer gazeteci arkadaşlarım için çekmeme izin verdi; gazeteme, sonra arkadaşlarıma haber ve fotoğraf servisi yaptım. Haber, gazetelerin Türkiye baskılarında ana sayfadan çıktığından televizyonların canlı yayına çıkması için yaptıkları tekliflerinin hiçbirini kabul etmedi Mukaddes Anne. Televizyonlara çıktığı takdirde yaptığı işlerin hayır olmaktan çıkıp şova dönüşeceğini söylüyordu. Televizyonlara çıkmak için olmadık işler yapan insanları gördükçe, tüm ısrarlara rağmen ana haber bültenlerine bile çıkmayan Hatice Anne’nin bu ödülü gerçekten hak ettiğine bir kez daha inandım.

30 Nisan 2004 tarihinde Hasan Güney’e Kraliyet Üstün Hizmet madalyası ile Şövalyelik unvanı verildiğini yazıyordu 1 Mayıs tarihli gazeteler. Hollanda’da Belediye başkanları Türkiye’de valilerin görevlerini de yaparlar ve Kraliçe tarafından atanır, Kraliçeyi temsil eden kamu görevlileridir belediye başkanları. Belediye meclis üyeleri ise halk tarafından seçilir. Her yıl 30 Nisan’da kutlanan Kraliyet gününde topluma uzun yıllar, karşılık beklemeden hizmet eden kişiler, çeşitli kurumlar tarafından belediye başkanlığına önerilir ve hak edenler şövalyelik ve üstün hizmet madalyası ile ödüllendirilir. Madalyasını Leiden Belediye Başkanı Lefrink kendi elleriyle takar Dadaş Hasan’ın yakasına. Tebrik ediyor ve kendisine bundan sonra Şövalye, diye hitap edip edemeyeceğimi soruyorum. Türkiye’den gelen Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın ‘Dadaş Hasan’ diye hitap ettiğini söylüyor gururla. Ben de “Dadaş Hasan”, demeye karar veriyorum. Bakan değilsem de hoşuna gideceğine inanıyorum.

Aldığı madalyanın ve şövalyelik unvanının kendisi için ne anlama geldiğini öğrenmek istiyorum. Bu soruyu bekliyor olmalı ki ses tonu değişiyor, “Bir devlet başkanı tüm Müslümanları aynı kefeye koyup terörist olmakla suçlarken, bir başka ülkenin Kraliçesi tarafından Şövalyelikle ödüllendirmem kendi adıma, Müslümanlar adına ayrı bir sevinç ve mutluluk kaynağı oldu. Bütün çalışmalarımız kendimizi ve kültürümüzü tanıtmak! Bugüne kadar tanıtılmadığı için Türk nedir, ne değildir bilinmiyor. Çalışmalarımız yeni yeni meyvesini vermeye başladı. Türk’ün; Mısırlı, Faslı, Cezayirli, Somaliliden farkı yok Hollandalıların gözünde. İnançlarımız aynı olabilir fakat kültürümüz, örf ve âdetlerimiz çok farklı. Çalışmalarımızla Türklerin farklılığını gözler önüne seriyoruz. Üniversitelerden yılda yaklaşık üç bin öğrenci derneğimize, vakfımıza misafir olarak gelir, tez hazırlarlar, birlikte bayram kutlar, iftar sofralarına otururuz. Her Müslümanın terörist olmayacağına inanarak, modern Atatürk Türkiyesinin görmedikleri yüzünü görerek gittiklerini söylüyor bu öğrenciler ve tezlerinde yazıyorlar”


ATATÜRKÜM, ÖZALIM, HASANIM

Dadaş Hasan’ın annesi Atife hanımın hayatta ve 96 yaşında olmasına rağmen günlük işlerini yapabilecek kadar sıhhatli, Atatürk ve Özal hayranı olduğunu belirtiyor. Asırlık çınar Atife Anne’nin belleği sağlam; olayları, isimleri, tarihleriyle, günü gününe hatırlayan canlı bir günlük gibi. Ne sorulursa sorulsun düşünmeden cevapladığını öğreniyorum. Öğrendiğim bir başka şey de bu asırlık çınar Atife Anne’nin oğlunu severken her zaman kullandığı şu sözler: “Hayatımda üç adam tanıdım, başarılı çalışkan, dürüst. Atatürküm, Özalım, bir de Hasanım.” Belki asırlık çınar, “Şartları elverip okutabilseydim Hasanım da, Atatürk ve Özal gibi başarılı bir devlet adamı olurdu.” demek istiyor. Bu düşüncesini oğlu Hasan’ın adını Ulu Önder Atatürk ve sekizinci cumhurbaşkanı Turgut Özal ile birlikte anarak dışa vuruyor olmalı.

“Keşke hiç gelmeseydim!” dediğiniz oldu mu? AB’ye üyelik konusunda ne düşünüyorsunuz?

“Başta da söyledim, ben kendimi vakfettim. Bu işleri birinin yapması lazımdı. Ne mutlu bana kısmet oldu. Halka hizmet Hakk’a hizmettir. Ben hayatımın her döneminde annemin duasını aldım. Anne babanın hayır duasını almak çok önemli. Gelmeseydim Türkiye’de ne yapacaktım çiftçilikten başka? Buralara geldiğim için mutluyum. Dünyayı içinden tanımış oldum. Verdiğim mücadele, ilişkilerim, yerine getirdiğim görevlerim ve getirmeye çalıştıklarımla mutluyum. İnsan, olmak istediği kadar mutlu olur. Hayata dört elle sarılan, yılmayan, seven, sevilen insan için bir mum bile kristal avizeden fazla ışık verir. Beni en çok üzen konu, eğitimin öneminin kavrayamamış olmamızdır. AB’ye girmeye çalışıyoruz ama hâlâ eğitim anlaşmamız bile yok Avrupa ülkelerin hiçbirisi ile. Türkiye’de bazıları AB’ye üye olunduğu takdirde valizini kapıp bu taraflara geleceğini sanıyor. Otuz, kırk yıldır buralarda olanlar iş bulamıyorken, karnını doyuramıyorken! Çantanı alıp gelsen ne yapacaksın? Sonra bizi alacaklarını hiç sanmıyorum. Avrupalılar çok sinsi, içten pazarlıklı siyaset yapıyorlar. Diyelim ki, Aralık 2004 de müzakereler için tarih verildi. Türkiye’yi kaç yıl daha bekletecekler, daha hangi tavizleri vermemizi isteyecekler, bilen var mı?” Ev ödevlerimizi yerine getiriyoruz, verilecek taviz varsa verildi. Bu yüzden değil midir esen ılımlı rüzgârlar? Ben AB’ye girmemize sıcak bakmıyorum. Türkiye olarak bugüne kadar hep biz taviz verdik. Avrupa ülkelerine, benim işçime, vatandaşıma sahip çık, diyen bir hükümet gelmedi başa! Türkiye kendi gücünün farkında değil. Avrupa’ya aşırı bir hayranlık var. Ne derlerse el pençe divan durup yapıyoruz. Siyah, beyaz ayrımı, Müslüman-Hıristiyan, yerli yabancı ayrımcılığını kırk yıldır içinde yaşayan insanlara hissettiren Avrupa ülkeleri, AB’ye üye olacak ülke insanlarına kucak mı açacak? Sırada Kıbrıs var, daha sonra Kurban kesmeyin, fazladan hayvan kesilmiş oluyor, diyecekler. Ezan okunmasın, insanlar rahatsız oluyor, haftada bir gün okunsun (cuma günleri) yeter diyecekler. Yaşarsak göreceğiz hep birlikte...”

Dadaş Hasan, AB’ye yalvara yalvara elimizi vermeye çalıştığımızı ama kolumuzu kaptıracağımızdan korktuğunu, bunca yıl her şeye rağmen öz benliğini korumayı başaran Türk gençliğinin AB üyeliğiyle birlikte asimile olacağını söylüyor. İki saat süren söyleşimizde görmediğim bir karamsarlık ve korkuyla, ruhunda kuzey rüzgârları esiyor soyadına inat. Şövalye, Dadaş Hasan, Hacı Hasan, Başkan sıfatları olan Hasan Güney, konu AB ve Türkiye ilişkileri olunca, Erzurum’un o meşhur sözünü yineliyor: “Örtki ölem.” Türkiye’nin AB üyeliği için ölmeden mezara girmek demek olduğu anlamını yükleyerek.

*Kırtlama çay içmek: bir parça sert şekerin ağızda tutulması ile birlikte içilen çay, sert şeker parçası.
Yavuz Nufel 40 yıl 40 İnsan 40 Öykü