Sosyal medyada İlhan Karaçay’ın kalp krizi geçirdiği haberini görünce hemen telefona sarıldım.
Sağlık haberlerini aldıktan sonra bundan 10 yıl kadar önce yazdığım 40 yıl 40 İnsan 40 öykü kitabında yer alan öyküsünü hatırladım. Ardından bana vediği sözü. Ve daha sonra geçtiğimiz günlerde Hak’kın rahmetine kavuşan Hasan Güney’i...
Kitabımdaki yüzler, portreler öyküler tek tek eksiliyordu. Önce Ferruh Başaran ağabeyimiz, ardından Mehmet Abacı ve Hasan Güney...
“ Aman Allahım şimdi de sıra ilhan Karaçay ağabeye mi gelmişti” sorusu ile irkildim.

İnsanların bu dünyaya geldikleri bir an olduğu gibi, bu dünyadan gideceği bir an da olacaktır. Yaşam da, bu gel-git arasındaki mesafe kadardır,
bu yüzden bu öyküyü tamamlamak zorundaydım.



Bazı insanların bu iki çizgi arasındaki mesafesi kısa olsa da, yaşarken insanlara büyük hizmetlerde bulunduğu gibi, öldükten sonra da bıraktığı hatıraları ve eserleri ile bu insanlara hizmet etmeye ve onların hayatına yön vermeye devam eder.

Bazı insanların ise bu iki çizgi arasındaki mesafesi çok uzun olmasına rağmen, yaşarken insanlığa doğru dürüst hizmetleri dokunmadığı gibi, öldükten sonra da isimleri tamamen bu dünyadan silinmektedir.

Bazı insanlar geçmişleri ile övünebilirler. Bazıları da geçmişlerindeki olumsuz olaylardan utanç duyarlar. Ama insandır işte, geçmişteki olumsuz yaptıklarına bir kılıf bulup yine de haklılığını ortaya sermeye çalışırlar.

Adı Hollanda ile özdeşleşmiş olan ünlü gazeteci İlhan Karaçay, doğmak ile ölmek arasındaki uzun yaşamında, topluma gerçekten yararlı olmuş bir üstadımızdır.
İlhan Karaçay'ın kısa yaşam öyküsünü daha önce yazmıştım. Geçen yıl Mersin'de kendisini ziyaretim sırasında, yalnız olduğum zamanlarda İlhan Karaçay ve ailesi ile ilgili duyduklarım beni heyecanlandırmıştı. Konuştuğum Mersinliler, Karaçay ailesi için çok ilginç ve önemli şeyler anlatıyorlardı.
Duyduklarımı İlhan Karaçay abimize sorduğum zaman, 'Bir gün bunları da anlatırım Yavuz' diye kestirip atmıştı.
Aradan hemen hemen iki yıl geçti. Karaçay'ın sözünü ettiği 'Bir gün' çoktan geldi sayılır.
Sordum kendisine:
-Ağabey, geçmişinle yüzleşeceğin gün geldi artık. Bana geçmişini anlatacak mısın?
Cevap verdi İlhan ağabey:
- 'Yavuz'cuğum, Hollanda'daki yaşam öykümü nasıl ki sen yazdıysan, geçmişim ile yüzleşmemi de sen yazacaksın. Biraz daha bekle.'

Biraz daha bekledikten sonra, İlhan ağabeyimiz bir kalp krizi geçirdi.
Allah O'nu bize bağışladı.
Sonra açtım telefonu ve şu serzenişte bulundum:
'Ağabey, Allah gecinden versin, inşallah daha uzun bir yaşam sürersin.
Ama geçmişinle yüzleşmenin aciliyeti var sanırım.' dediğim zaman
hemen 'tamam' dedi İlhan ağabey.
Çoğumuz onun doğuduğu günden bugüne kadar iki nokta arasındaki hayatından kesitleri şöyle ya da böyle biliyoruz. Peki bilmediğimiz o çizginin kalınlığını çözmek, öğrenmek ve yazmak niyetindeyim. Çünkü O’nun anlatması gereken, bilmediğimiz bir çok yönü vardı. Ve hayat oldukça acımasızdı. Allah göstermesin bir gün aniden birimize bir şey olsa o öykü eksik kalacaktı...
O’nu hastanede yatarken telefonla arayıp konuştuktan sonra aklıma şu şiirim geldi.
Söylenmediyse bu güne dek.
artık söylemek gerek!
iki nokta arasında kalan
çizgi değildir hayat;
ancak, kalınlığı kadardır çizginin... 
mesele, enine yaşamak...

İlhan ağabey iki nookta arasında koşturmanın yanı sıra, enine de yaşamış bir kişi idi. Sanat, edebiyat sevgiler aşklar, ve bizlerden geriye ilelebet kalacak en güzel şeyler ne varsa hep o çizginin kalınlığında gizliydi.
Boyuna ne kadar dolu doılu yaşamışsa en, ne de o kadar dolu dolu bir hayatı vardı ve ben de bunun peşindeydim. Daha sonra O'nunla buluştuk ve uzun bir süre konuştuk.
Soramaya başladım:
- Ağabey, Mersin'de iken senin ailen hakkında çok önemli ve övücü şeyler duydum. Mersin'in kalburüstü bir ailesinin çocuğu olan sen, nasıl oldu da Hollanda'ya geldin ve yerleştin?
-' Yavuz'cuğum, Hollanda'ya nasıl geldiğim, daha önce sana anlattığım yaşam öyküm içinde var. 'Adı Hollanda ile özdeşleşmiş' başlıklı yazında bunu bulabilirsiniz. Sanırım o yazını da şimdiki söyleşinin sonuna ekleyeceksin.'

-Peki abi, nedir senin geçmişindeki özellik?
-'Benim geçmişimde çok parlak gelişmeler yaşanmıştır.
Hürriyet Gazetesi'nde 8 sütun büyüklüğünde imzam ile haberlerim yayınlanırken, televizyonlarda da dünyanın dört bir yanından sesleniyordum. İnsanlar beni gördükleri zaman ya birlikte fotoğraf çektiriyordu ya da bir imza alıyordu.
Bunlar hep güzel ve herkesin özlemini çekeceği gelişmelerdi.'



Gazetelerde 8 sütun büyüklüğünde imzam ile haberlerim yayınlanırken, televizyonlarda da dünyanın dört bir yanından sesleniyordum. İnsanlar beni gördükleri zaman ya birlikte fotoğraf çektiriyordu ya da bir imza alıyordu.

-Peki, gençliğinde gazeteci olmak aklına gelmiş miydi?
-'Gençliğimde zaten yazıyordum. Daha önceki yaşam öykümde bunlar hep var. CHP'li bir ailenin çocuğu olarak Ulus gazetesine yazıyordum. Daha sonra bunu profesyonelliğe geçirdim.
Bu konuda ilginç bir anımı anlatayım.
1970'li yıllarda gazeteciliğin zirvesindeyken, Mersinde eski bir okul arkadaşım ile karşılaştım. Naranciye bahçeleri sahibi ve kabzımal bir babanın çocuğuydu. Sohbetimiz sırasında bana şunu söylemişti: ''İlhan'cığım, sen okulda dersler ile arası iyi olmayan bir öğrenciydin. Ben ise en parlak öğrencilerdendim. Üniversite okudum, hatta gazetecilik okudum. Şu işe bak, o tembel çocuk sen, şimdi ünlü bir gazeteci oldun, gazetecilik okuyan ben ise Mersin'de limon satıyorum.''
Ben de o arkadaşıma, 'Eeee, demekki gazeteci olunmaz, doğulurmuş' demiştim.'



-Senin gençliğinde bir ses sanatçısı olduğunu söylediler hatta belge bile buldum! Sanat ve sanatçılara verdiğin değerin, duyduğun saygının altında yatan gerçek bu mu?
-'Evet, Mersin Türk Musiki Cemiyeti üyesi'ydim. Her hafta cumartesi günleri Belediye hoperlöründen yayınlanan programlar yapardık. Bir defasında da 1500 Mersin'linin doldurduğu salonda bir konser verdik. Ben o konserde, güftesi Ahmet Kaçar'a, bestesi de Şükrü Tunar'a ait uşşak makamındaki 'Anar ömrümce gönül, giden sevgilileri' ve Yesari Asım Arsoy'un hüzzam makamındaki 'Akasyalar açarken' şarkılarını söylemiştim.
Sonra kendimi İstanbul'da buldum. Şükran Ay'ın eşi Turan Turanlı'nın çadırında ve Sirkeci'deki Anadolu Saz Evi'nde şarkı söyledim. Filmlerde oynadım. Ama 10 liralık figuran olarak değil, 50 liralık diyaloglu rollerde...
O zaman, sosyal demokrat ideolojili olduğu halde tutuculuğu ağır basan Zekeriya ağabeyim, ' Oğlum sen köçek mi olacaksın' diye beni azarlamış ve bu işten menetmişti. Eh, ben de şarkıcılıkta aradığım şöhreti bulamayınca, gazetecilikte daha iyi bir şöhret yakalama şanslılığına eriştim.'

-Abi ben geçmişinden bir şeyler duymak istiyorum. O zaman sana şunu sorayım. Seyrettiğin filmlerde kendine ve ailene hangi rolleri yakıştırırsın?
-'Her insanda olduğu gibi ben de, çok parlak geçmişime rağmen, filmlerdeki veya romanlardaki kahramanlar arasında tabii ki kendimi ararım.
Örneğin, Ezel serisindeki başrol oyuncusu Kenan İmirzalıoğlu ve Ramiz Dayı rolündeki Tuncer Kurtiz, rolleri ile beni geçmişim ile yüzleştirmeye itmişti.
Başroldeki Ezel, mahallesinin en uysal çocuğu iken, talihsiz bir şekilde düştüğü hapishaneden çıktıktan sonra, Ramiz Dayı sayesinde kumar dünyasına girmişti. Ben de çocukluğumda, ağabeylerimin çalıştırdığı büyük bir kahvehanede, her kulüp ve lokalde olduğu gibi, Remi veya Konken oyunları arasında buldum kendimi. Ama bizim bu oyunlarımız Ezel'deki gibi mafyavari kumar değildi. O zamanlar bizim kahvehanemiz, esnafın, memurun, işadamlarının ve de kabadayıların müdavimi olduğu bir yerdi. Ben 10 yaşında iken sandalye üzerine çıkıp ocakçılık yapardım. Kahveyi ve çayı sıcak külde yapardım. Ufak tefek oyunlarda da 'mano' toplardım.'

-Peki sen kendini Ezel rolünde aradın mı?
-'Hayır, ben kendimi Ezel'de aramadım. Ama Ramiz Dayı beni çok etkilemişti. Zira, çocukluğumda Mersin'de 'Kikirik Baba' lakaplı bir adamla tanışmış ve haşır neşir olmuştum. 'Kikirik Baba', kahvehanemizin müdavimleri arasındaydı. Ezel filmindeki Ramiz dayı bana hep 'Kikirik Baba'yı hatırlatıyordu.
Ezel filmindeki kabadayıların kralı Ramiz Dayı, bilge bir insan rolündeydi. Söylediği veciz sözler herkesi büyüleyici nitelikteydi. 'Kikirik Baba' da Ramiz Dayı gibi bilge bir insandı ve kabadayılar O'nun nasihatlarını dinlerdi.'

-Peki abi, ben şimdi Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz dizisini izliyorum.
nedense bu diziyi izlerken, Mersin'de duyduğum Karaçay ailesi canlanıyor gözlerimde. Bu konuda bir bağdaştırma ve kıyaslama yapabilir misin?

-' Biraz abartılı bir benzetme olacak ama, konuyu daha yumuşak bir şekilde ele alabilirim. Sözünü ettiğin film serisindeki rollerden bazılarını kendime ve aileme maledebilirim.
Bu serideki başrol oyuncuları Kardenizli bir aileyi canlandırıyorlar.
Biz de Akdenizli bir aile olarak aynı rolü paylaşabilirdik..
Karadenizli Çakır (oğlu) ailesi ile, Akdenizli Karaçay ailesi arasındaki benzerlik, öyle ahım şahım bir benzerlik değildir tabii...
Filmdeki aile silah imalatı ve kaçakçılığı yapan ama devletle iyi geçinen bir ailedir. Benim geçmişteki ailem ise, çok günahsız bir ticari kahve işi yapıyordu.
1950'li ve 60'lı yıllarda ülkemizde kahve bulmak imkansız gibiydi. Hatta bir ara Hürriyet gazetesi, o zaman adı Habeşistan olan ülkenin İmparatoru Haile Selassie'den aldığı bir çuval kahveyi, okurlarına yüzer gramlık torbalarda kupon karşılığı hediye etmişti.



1960'lı yıllarda, odunlar üzerinde poz versek de, tüm mahalleliler kravatlıydık.

İşte o yıllarda kahvehane çalıştıran ağabeylerim, Beyrut'tan gelen bir Arap ile
tanışmışlardı. Beyrutlu Arap, ağabeylerime, 'Ülkenizde kahve yok. Bizde kahve çok. Gelin, size kahve verelim. Siz de hem ülkenize kahve kazandırın hem de kendiniz kazanın' demişti.'

-Yani, bir nevi kaçakçılık teklifi mi?
-'Bizim, film serisindeki Karadenizli korkusuz ve silahlı anne gibi bir annemiz yoktu. Bizim annemiz 'Kaçakçılık' lafını duyduğu zaman bayılacak kadar ürkek ve dürüst bir anneydi.
Önce, 'Sakın ha' dedi annemiz. 'İçtiğiniz sütü helal etmem' diye ekledi. Ağabeylerim, Beyrut'tan gelen Arap'a, 'Olmaz' dediler. Beyrutlu Arap, Arapçayı çok iyi konuşan annemle görüşmek istedi. Ağabeylerim onları bir araya getirdi. Adam anneme durumu izah etmeye çalışırken, 'Bu aslında bir kaçakçılık değil, bir nevi ticarettir. Ülkenizde kahve yok. İnsanlar yüz gram kahve için can atıyorlar. İşte biz bu can atılan kahveyi buraya getireceğiz. Bu bir uyuşturucu veya silah kaçakçılığı değil' dedi.
Ama annem, kaçakçılık lafından bile nefret ediyordu. Yine 'Hayır' dedi.
Beyrutlu Arap, 'Annenizi ikna etmeden gitmeyeceğim' demişti. Günlerce geldi gitti ve bizim kahvehanemizde vakit geçirdi. Sonunda da annemi razı etmeyi başardı. Ama annem, benim de bulunduğum bir ortamda, 'İşin içine uyuşturucu ve silah sokarsanız, emdiğiniz sütümü haram ederim' demeyi ihmal etmedi.'

-Sonra kahve ticareti başladı mı?
- 'Evet, ondan sonra ağabeylerim, 6-7 metrelik tekneleriyle Beyrut'a gidip birkaç çuval kahve ile döndüler. Kahveye o kadar çok rağbet vardı ki, üç beş çuval kahve anında tükeniyordu. Ağabeylerim fiyatı astronomik yapmadıkları için çok cüzi bir para kazanıyorlardı ama, yaptıkları iş sonuçta yasal olmayan bir işti.
Biz o zaman kendimizi, 'Milletimize ucuza kahve içiriyoruz' düşüncesiyle avutuyorduk. Bu iş 10 yıl kadar sürdü.
Bu süre zarfında anlatılacak pek çok maceramız oldu. Devlet ile hiç çatışmadık. Bir iki kez Sahil Güvenlik tarafından çevrildik. Ama ne silahımız vardı, ne de sopamız. Tabii ki bu arada kahve içmeye mahrum olan bazı görevlilere de kahve içme imkanı veriyorduk. Eee, al gözüm ver gözüm işi her zaman ve her yerde geçerliydi.'

- İyi de ağabey, bu işleri yapmak için eleman da lazımdır. Bu elemanları nasıl buluyordunuz?
-'Kahvehanemizde çok kişi barınırdı. İşi gücü olmayan aslan gibi delikanlılar bize sığınırlardı. Kimi kahvehanede yatardı, kimi de, o zamanlar genellikle Roman muhacirlere kiraya verdiğimiz 20 kadar barakada kendilerine yer bulurlardı. Ama hepsi de tam birer delikanlıydılar'.



Soldan sağa: Zekeriya (Küçük Mecnun), Ayhan (Deli dolu), İlhan (bendeniz) ve Hüseyin (Aristokrat) Karaçay kardeşler. 1968


-Mersinliler'i çok etkilemiş olan aileni kısaca tanıyalım o zaman.
-'En büyük ağabeyim Hüseyin, aristokrat giyim ve tarzı ile, ortanca ağabeyim Zekeriya, 'Küçük Mecnun' lakabıyla, bir büyük ağabeyim Ayhan, deli dolu tavrıyla, Mersin'in saygı duyduğu kişilerdi.
Hüseyin ağabeyim mahallenin en saygın kişisiydi. Fakirlere yardımı ile ön plandaydı. Zekeriya ağabeyim, Kore savaşına katılmış bir kahramandı. Atatürk ve İnönü sevgisi ile tanınırdı. Haksızlıklara karşı mücadele eden bir Robin Hood idi. Karakolda adam dövüldüğü için karakol basardı. Ama bu asiliğine rağmen, saygılı duruşu ile en çok sevilen aile bireyimizdi. Onu 1988 yılında kaybettik.
Ayhan ağebeyim, benim bir büyüğüm idi. Deli doluydu. Adı Mersinli delikanlılar-kabadayılar arasında yer almıştı. Onu da çok genç yaşında hatalı bir ameliyat sonrasında kaybetmiştik.
Ben ise malumunuz...'

-Akraba-eleman diyebileceğimiz kişiler kimlerdi?
-' Bir Dellal Mehmet vardı. Esprileriyle kendini sevdirmiş en yaşlı delikanlıydı. O'nun bir esprisi çoğumuzun diline pelesenk olmuştu.
Her gün olduğu gibi, bir gün kahvehanede yemek yiyordu. O sırada kahvehanemize yeni dadanmış bir genç geldi. Dellal Mehmet o genci yemeğe davet etti. Genç, 'Ne yiyorsun Mehmet amca?' diye sordu. Dellal Mehmet de anlattı: 'Bu, yağsız pilava yoğurt, su ve tuz eklenmiş olan Arapça sıreysir yemeği' deyince genç adam 'Oooo Mehmet amca bu hiç yenir mi?' diye yanıt verdi.
Dellal Mehmed'in dillere pelesenk olan cevabı aynen şöyleydi: 'Lan oğlum, Allah'ın ağzı olsaydı her gün bundan yerdi lan.'

-Ekip bu kadar değildi tabii?
-' Tabii ki değil. Beton Hüseyin vardı. İskenderun'da karıştığı bir kavgada, attığı yumruk ile adam öldürmüş ama sonra bunun ızdırabından kurtulamamış bir delikanlıydı.
Babadoş Mehmet vardı. Süper iyi giyinen, yakışıklılığı ile mahallenin kızlarının yüreklerinin çarptığı bir delikanlıydı.
Kimler yoktu ki; Hamo Mehmet, Bafra Müslüm, Roman Şaban, Liboş Yaşar, Sarı Sülo (Süleyman) ve daha niceleri.

-Peki bu isimleri, 'Eşkiya bu dünyaya hükümdar olmaz' dizisindeki Çakır ailesi ve diğer akrabalar ile kıyaslamak doğru olur mu?
-Daha önce de söylemiştim, filmdeki Çakır ailesi ve adamları, silahlı kriminal bir gruptur. Benim saydıklarım ise, sadece cesaretleri, efendilikleri ve yakışıklılıkları ile imrenilecek tiplerdir.

-Peki sen bu filmde neredesin, hangi rolde kendini bulabiliyorsun?
-Ben bu filmde kendimi, Londra'da tahsil gören ama sonradan ekibe girme mecburiyetinde kalan küçük yeğen Alparslan'da buldum. Sonuçta ben de Karaçaylar'ın en küçüğüydüm.

-Ağabey, anlattıklarını yazacağım. Geçmişin ile yüzleşirken bir pişmanlığın olacak mı?
-'Benim çok samimi ifade ve itiraflarımı istismar ederek karalamaya yeltenenler olacaktır. Ama bu karalamalar, bizi tanıyanlar üzerinde hiçbir etki yapmayacaktır. Zira bizi bilen biliyor. Karaçay ailesi, başlangıçta nasıl iyi bir intiba bırakmışsa, daha sonra da yaşama geçirdikleri Gazino-Motel-Plaj tesisleriyle, sadece Mersinliler'in değil, Adana, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Hataylılar'a verdikleri hizmetler ile efsaneleşmiştir.

-Abi, senin bir de Mersin Belediye Başkanlığı maceran var.
-' Evet, güzel Mersin’e ben de Belediye Başkanı olarak hizmet etmek istemiştim. 1983 yılında, 12 yaşındaki oğlum Ruşen ve 9 yaşındaki kızım Vahide'nin Türkçe eğitim görmelerini zaruri gördüğüm için, Hürriyet gazetesi ve TRT muhabirliğini bırakarak kendimi emekli olmaya sevketmiş ve Mersin’e yerleşmiştim.
1984 yılında yerel seçimler vardı. Belediye Başkanlığı için önce bağımsız aday olmam üzerinde durulmuştu. Aslınca Cumhuriyet Halk Partisi kökenli bir aileye mensuptum. Partide Gençlik Kolu Başkanlığı da yapmıştım. Ama buna rağmen Doğru Yol Partisi adayı oldum. Zira, benim için Belediye Başkanlığı tutucu bir particiliğin dışında olmalıydı.



Benim seçime girme amaçlarımdan biri Başkan olmak, diğeri de Türkiye’ye mesaj vermekti.
Belediyeciliğin sadece asfalt döşemek, lağım döşemek, çöp toplatmak, elektrik dağıtmak olmadığını anlatmam gerekiyordu. Ulusal ve yerel gazeteler kanalıyla verdiğim mesajlarda, Belediyelerin sosyal ve kültürel hizmet yapması gerektiğini belirtiyordum. Benim programımda yer alan Hollanda modeli Belediyecilikte, geliri olmayanlara fakirlik parası vermek vardı. Gençlerin spor yapabilmeleri için stad ve salon yapamasam da, en az 20 mega çadır alıp spor yaptırmayı yeğliyordum.
Benim Hollanda modelim Türkiye çapında duyulmuştu. Pek çok başkan benden örnekler almışlardı. Zamanın Başbakanı Turgut Özal bile, Fak-Fuk-Fon denilen bir Fakir Fukara Fonu icad etmişti. Yıllar sonra Amsterdam’da bir toplantıda yan yana oturduğum rahmetli Özal, elini omuzuma atarak, “Mersin’den ne haber Karaçay” derken tatlı gülüşüyle takılmıştı.'

-Bu güzel söyleşinin sonuna daha önce yazdığım öykünüzüde eklersek Karaçay Efsanesinin” büyük bir bölümünü yazmış hissedeceğim kendimi. Yine de adettentir abi sormadan olmaz: Son olarak neler söylemek istersiniz?
-'Filmseverler arasında, kendilerine bir rol seçmeye çalışanlara kolaylıklar dilerim. Ama şu bir gerçek ki, hiç kimse kendini kötü roller içinde aramayacaktır. Zira insanın doğasında, hep iyilik vardır.
İyiliklerin sizleri bulması dileğiyle.'

Yavuz Nufel Son Haber/ Amsterdam