Üç kıtaya yayılmış, farklı kültürleri, dilleri ve inançları bir arada tutmayı başarmış. Osmanlı İmparatorluğu yaşasaydı dünya nasıl olurdu?
Bir imparatorluk düşünün ki, üç kıtaya yayılmış, yüzyıllarca medeniyetlerin kesişim noktası olmuş, farklı kültürleri, dilleri ve inançları bir arada tutmayı başarmış. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, modern dünyanın en karmaşık tarihsel dönüm noktalarından biri. Peki ya bu çöküş gerçekleşmeseydi? Tarihin seyrini değiştirebilecek bir "eğer" sorusuyla baş başayız. İşte, bu alternatif senaryoda Osmanlı’nın nasıl bir yol izleyebileceğine dair derin bir yolculuk.
19.yüzyıl, Osmanlı için reformların ve direncin çatıştığı bir dönemdi. Tanzimat ve Islahat Fermanları, Batılılaşma çabalarının sembolüydü, ancak imparatorluğun dağılma süreci bu reformların etkisini sınırladı. Fakat diyelim ki Osmanlı, merkezi yapısını güçlendirip sanayileşme hamlesini hızlandırabilseydi belki de II. Abdülhamid’in demiryolu projeleri sadece Hicaz’a değil, Balkanlar’dan Mezopotamya’ya kadar uzanacak; Anadolu’nun kaynakları Avrupa pazarlarına daha hızlı ulaşacaktı. Fabrikalar, İstanbul ve İzmir’de yükselirken, Batı tipi üniversitelerde yetişen mühendisler ve bilim insanları, teknolojik atılımları tetikleyebilirdi.
Japonya’nın 1853’teki Meiji Restorasyonuyla küllerinden doğuşuna benzer bir süreç hayal edin. Osmanlı, askeri modernizasyonun yanı sıra eğitim ve hukuk sistemini kökten değiştirerek Avrupa’nın emperyalist baskısını dengeleyebilirdi. Belki de İngilizlerin Hindistan’daki demiryolu ağına rakip bir "Osmanlı Demiryolu Ağı", imparatorluğu ekonomik bir dev haline getirebilirdi.
Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nda Almanya ile ittifakı, çöküşünü hızlandırdı. Fakat güçlü ve modern bir Osmanlı, bu savaşa hiç bulaşmayabilir veya İngiltere-Fransa ile stratejik bir uzlaşma arayabilirdi. Çünkü petrolün henüz keşfedildiği Musul ve Bağdat, Osmanlı topraklarında kaldığı sürece, imparatorluk enerji piyasasında bir dev olurdu. 20. yüzyılın başında, Orta Doğu petrollerinin kontrolü, Osmanlı’yı dünya siyasetinin merkezine taşıyabilirdi.
II. Dünya Savaşı’nda ise Türkiye’nin izlediği tarafsızlık politikası, Osmanlı için de bir seçenek olabilirdi. Ancak bu sefer, İngiltere’nin Süveyş Kanalı’na ve Hindistan’a giden yollara hakim bir Osmanlı, sömürgecilik oyununda kilit bir aktör haline gelebilirdi. Belki de Hitler’in Balkanlar’a yayılma planları, Osmanlı’nın askeri ve diplomatik gücü nedeniyle suya düşerdi…
Osmanlı’nın en büyük zayıflığı, çokuluslu yapısını milliyetçi dalgalar karşısında koruyamamasıydı. Fakat ya imparatorluk, ABD’deki gibi bir federal sistem benimseseydi? Her vilayete kültürel özerklik tanınırken, "Osmanlı vatandaşlığı" üst kimliği güçlendirilebilirdi. Arap, Kürt, Türk, Ermeni ve Rumlar, kendi dillerini konuşup yerel yönetimlere sahip olurken, ortak bir parlamento ve anayasa altında birleşebilirdi.
Bu model, Balkan Savaşları’nı önleyebilir ve Arap isyanlarını bastırabilirdi. Hatta belki, 21. yüzyılda "Osmanlı Birliği" adıyla anılan federal bir yapı, Avrupa Birliği’ne ilham verebilirdi!
Sanayi Devrimi’ni kaçıran Osmanlı, alternatif tarihinde bu açığı kapatabilir miydi? Demiryolları, telgraf hatları ve buharlı gemilerle donatılmış bir imparatorluk, Avrupa’nın sanayi ürünlerine rakip mallar üretebilirdi. Petrol gelirleriyle finanse edilen Ar-Ge merkezlerinde, belki de ilk Osmanlı otomobili veya telefon şebekesi geliştirilebilirdi.
İstanbul, coğrafi konumu ve ekonomik gücüyle Londra ve New York’la yarışan bir finans merkezine dönüşebilirdi. Tıpkı Sony veya Samsung gibi, "Osmanlı Teknoloji Şirketleri" dünya markaları haline gelebilir; hatta günümüzdeki yapay zeka ve uzay yarışında söz sahibi olabilirdi.
Osmanlı hilafeti, İslam dünyasının sembolik liderliğini sürdürseydi, bugün Suudi Arabistan veya İran’ın sahip olduğu dini nüfuzun çok ötesine geçebilirdi. Mekke ve Medine’nin kontrolü, Hac organizasyonu ve İslami finans modeliyle Osmanlı, küresel Müslümanların hem siyasi hem manevi merkezi olurdu.
Kültürel olarak Türkçe, Arapça ve Farsçanın harmanlandığı bir edebiyat ve bilim dili, dünya çapında öğrenilen bir lingua franca haline gelebilirdi. Sinemadan müziğe, Osmanlı kültürü Hollywood’a alternatif bir endüstri yaratabilirdi.
Tüm bu senaryoları birleştirdiğimizde, Osmanlı’nın 21. yüzyılda ABD, Çin veya Rusya ile rekabet eden bir süper güç olma ihtimali var. Ancak unutmamak gerekir ki, imparatorlukların ayakta kalması yalnızca askeri veya ekonomik güce bağlı değil. Osmanlı’nın demokratikleşme, federal yapı ve çoğulculuk gibi kavramlarla uyumu belirleyici olurdu. Belki de monarşi yerine, anayasal bir parlamenter sistem benimsenir; "Osmanlı Demokrasisi" Ortadoğu’ya örnek teşkil ederdi.
Osmanlı’nın yıkılışı, sadece bir imparatorluğun sonu değil, aynı zamanda çok kültürlülük ve diplomasi geleneğinin de kaybıydı. Eğer reformlar başarılı olsaydı, belki bugün Ortadoğu’da sınır çatışmaları değil, Osmanlı’nın mirasını taşıyan istikrarlı bir federasyon olurdu. Tıpkı bir zamanlar dedikleri gibi: "Osmanlı, güneşi batmayan imparatorluk"… Belki de batmazdı.
Peki, bir insanın veya bir milletin küllerinden yeniden doğabileceğine inanır mısınız? Kim bilir, belki de bu, bir gün gerçekleşebilir. Bunu ben içtenlikle inanarak söylüyorum: İnsan, insan olduğunda, ona güzel bir şekilde yaklaşan ve adaleti gerçek anlamda, hakkıyla tecelli ettirebilen yönetimlere, Allah bir şans daha verir. Neden olmasın? Belki de tarih, bir gün yeniden Osmanlı gibi büyük bir mirası, adalet ve çok kültürlülükle inşa edebilmemiz için bir fırsat daha sunar. Ve bu fırsat, belki de tam şu anda bizim ellerimizdedir.
Saygılarımla,
Saadet Koral